003. Ciğerimi Kaybettiğim Gece ve Bir Takım Çocukluklar
İnsanın çocukluğunu hatırlaması her zaman ona; geçmişe dair bir özlemle, nostalji hissiyle beraber mutluluk verir. Çünkü genelde insanlar mutlu hatıralarını hafızalarının raflarında saklamaya meyillidir. Eğer kötü anılarımızı biriktirseydik o zaman nasıl yaşayabilirdik ki? Size birazdan anlatacaklarım çocukken anlamlandıramadığım, sonrasında hayatımın büyük bir bölümünü bir şekilde etkileyen ciğerimi kaybettiğim gecenin ve bir takım çocukluk anılarımdan oluşuyor.
Ömrünün büyük bir bölümünü Doğu'da geçiren benim çocukluğum, en yakın ilçeye yirmi dakika uzaklıkta, yatılı bir lisenin kampüsünde geçti. Ağaçlarla tırmanmakla, mevsimi gelince lezzetinin yarım olduğunu büyüyünce anlayacağım tatlı dutları yemekle, biraz eğimli ve yukarı tarafı seçenin kazandığı ağaçlar arasında ki bir futbol sahasında, ilkbahar gelince sodalı suya girip yüzmekle ve çıktığımızda güneşle birlikte yüzümüzü yakan beyaz soda izlerinin kalmasıyla geçen bir çocukluktu benimkisi genelde. Okulların açılmış olduğunu ve muhtemelen ikinci veya üçüncü sınıf olmam gereken, gündüz vakti oldukça sakin geçen bir akşam vaktini hatırlıyorum. Erkenden yatağa girmiş olmalıyım. Çünkü babam beni akşamın bir yarısında uyandırıyor. O zaman yakın arkadaşlarımdan Gürkan'ın babası Şenol Amca ve ortak hislerimizi ancak o küçük yerden ayrılınca öğreneceğim çocukluk aşkı (hevesi) olarak kalmış, Tuba'nın şimdi ismini hatırlayamadığım babası ile birlikte bir yolculuğa çıkıyoruz. Turuncu, beş katlı apartmanın önünde bekleyen ve farlarının geceyi kestiği gri bir arabayı hayal ediyorum. Neden o üç adamla birlikte tek başıma gittiğim konusunda hiçbir fikrim yok. Ancak babamla birlikte sürekli yolculuk yaptığımız için bu yolculuğu da pek yadırgamıyorum. Herhalde görülecek bir şeyler vardır. Okula ne olacağını sormuş olmalıyım babama, ancak bunu hatırlamıyorum. Muhtemelen beni teskin edecek bir şeyler söylemiştir. Araba belki gri bile değildir. Şimdi bu büyük adamların ve çocuğun o sıralar bilmediği bir yere yolculukları devam ederken, biz daha sıcak bir yere gidelim.
Ananemin evindeyiz. O sıralar erkek kardeşim muhtemelen iki yada üç yaşında olmalı. Çünkü aramızdaki üç yaş farkını alırsak benim daha fazla büyük olmam pek olası değil. Yazları genelde gittiğimiz ananemin evi, bizim evimizden farklı değil. Kendimizi hiçbir şekilde yabancı hissetmediğimizi biliyorum. Ananemin evini tanımlamak gerekirse, evin koridorunun sonunda içine bitki konulabilecek şekilde asılmış bir makrome, küçük bir defterin ve çevirmeli telefonun sığacağı bir masa bulunuyor. Koridorun köşesinde sağa dönünce girebileceğiniz küçük bir oda var. Orada genelde dayılarım ve teyzem kalıyor. Odada bir divan var. Normal kanepelere göre daha yüksek ve geniş. Bu divanı nedense seviyorum. Divanın örtüsünü kaldırıp aslında çok değerli bir şey olmasa bile, altındaki örtünün neler sakladığını keşfetmek benim için her daim büyük bir sevinç. Divanın yanında bir çalışma masası ve onun yanında kanepe var. Bütün bunlar bir L şeklinde dizilmiş. Kanepenin karşısında tahta bir dolap var. Bu dolabın bir tarafında teyzelerimin, bir tarafında ise dayılarımın elbiseleri duruyor. Teyzelerimin elbiseleri askıda olduğu için görece küçük olsa bile o dolaba sığabildiğimi çocukken oynadığımız saklambaç oyunundan çok iyi hatırlıyorum. Ve o küçük tahta dolabında yanında bir yüklük duruyor. Yüklüğün yeri bazen kanepenin yerinde de oluyordu ancak daha çok dolabında yanındaydı. Ben ve erkek kardeşim, kendimizi içinde battaniye, kışlık yorgan ve yastıkların olduğu, üzeri beyaz bir örtüyle kaplanmış yüklüğün karşısında buluyoruz. Bir kaç adım geriye çekiliyoruz. Ve var gücümüzle kendimizi o beyaz, yumuşak duvara doğru vuruyoruz. Bir kaç denemenin ardından yüklük üzerimize düşüyor, kendimizi sıkışmış olarak buluyoruz. Bu çocukça oyun bizim için oldukça keyifli çünkü çocukken nedenini bilmemenize rağmen sevdiğiniz oyunlar vardır. Bizim bu onlardan bir tanesiydi. Sonrasında ananemin, annemin ve teyzelerimin gelip bizi söylene söylene çıkarmaları ve büyük bir yorgunlukla o yüklüğü yeniden yapmaları onlar için büyük bir iş olmalı. Buna rağmen bazen günde birkaç kez ama sürekli tekrarlanan bu oyunu iyi hatırlıyorum. Orada yorganların arasında sıkışıp kalmışken kendi gücümüzle oradan çıkmak bize büyük bir zafer kazanmışız hissi ve sevinci verirdi. İnsanın yıkıma olan yakınlığı, belki de anne karnı hissi, bilemiyorum. O yorganların altında sabah uyanmışken; ben büyük dayımla, kardeşim ise küçük dayımla, yorganların altına saklanıp birbirimizi ürkütücü seslere korkutmaya çalışmamızın çocuksuluğu hala yüzümü güldürüyor. Sonraları küçük olduğunu anladığım ama benim zihnimde hep büyük olan o divanlı odadan ayrılıyoruz, koridorun diğer sonuna, mutfağa gidiyoruz. Mutfağın hemen girişinde solda bir ocak var. O ocağın üstünde her zaman yemek piştiğine eminim. Şimdi görenlerin eski diyeceği, ince ve uzun, kapağını açmak için büyük bir güç sarf etmeniz gereken ve beni biraz korkutan düdüklü tencerenin başında ananem bir şeyler pişiriyor. Ananem sürekli bir şeyler pişiriyor, dünyanın en güzel yemeklerini yapmayı anneme, onun öğrettiğini biliyorum. Ne sorsam, sonuna "ciğerim" kelimesini ekleyerek cevap veriyor. Ciğer ne demek o zamanlar bilmiyorum, ama ananem söylediğine göre güzel olmalı. Çünkü bayram sabahları mutfak dolaplarının altıdaki boşlukta saklanılan tepsi tepsi baklavaları izinsiz yiyen torunlarına ve dayılarıma ciğerim diye hitap ediyorsa, bu gerçekten bir anlayış ve sevginin eseri olmalı. Çünkü sevgi ancak yanında anlayış varsa insanın içine işliyor. Tek başına sevgi, büyük yıkımlar da getiriyor...
Üç büyük adam ve çocuk bir yere vardılar. Çocuk yolculuk boyunca uyuduğu için buranın neresi olduğunu bilmiyor. Babası Bitlis diye cevap veriyor. O gece vakti büyük dayım da bizimle beraber yolculuk yapmaya başlıyor. (Sonralarında dayımın Bitlis'teki fotoğraflarına bakıp kendi kafamda bir senaryo oluşturuyorum ama bunun gerçekle bir alakası yok.) Sabah biraz sisli bir şekilde bir köye varıyoruz. Bir köy odasına giriyorum. Koca koca adamlar toplanmış. Çoğunun yüzünü bilmiyorum, tanımıyorum bile. Ama koca koca adamlar ağlıyor! Bu nasıl olabilir? Köy odalarının, odaya kıyasla küçük bir penceresi vardır. Genelde karanlık olan bu odanın içine bunca adam nasıl sığmış diye düşünüyorum şimdi. Ama geçmişteki Anadolu irfanının buna da verecek bir cevabı vardır, eminim. Beraber geldiğimiz büyük adamların da duygulandığını fark ediyorum. Tuba'nın babasının da...
Odadan ayrılıyoruz. Dışarıda annemi görüyorum. Annem her zaman çok güzel, o zaman da çok güzel. Ne giyindiğini hatırlayamasam da yüzünde ağlamadan bir eser göremiyorum. Elinde beyaz bir mendil var. Belki mendil bile benim zihnimde oluşturduğum bir hatıra. Ama o sırada ağlamadığından nedense eminim. Ne olduğunu soruyorum babamla anneme. Ananemin öldüğünü söylüyorlar. O sıralar ölümün ne olduğunu tam bilmiyorum. Cennete gitti gibi şey söylüyor olmalılar. İşte bu belki benim oluşturduğum cevaplardan biridir. Ananemi son bir kez görmek istiyorum. İşte bundan eminim. Bu isteğimden eminim. Birbirlerine bakıp düşünüyorlar, aralarında konuşuyorlar. Konuşmaları fısıltı şeklinde olsa da "etkilenir, aklında öyle kalır" gibi bir kaç cümleyi çıkarabiliyorum ve böylece bana izin vermiyorlar. Aradan biraz zaman geçiyor, bütün köy ahalisiyle, orada bulunanlarla birlikte köy mezarlığına gidiyoruz. Öncesinde yağmur yağmış olmalı, bu detayı uzun yıllar sonra hatırlamam çok garip, çünkü mezarlığa giden yolun çamurlu olduğunu hatırlıyorum. Sisli bir sabah, yirmi metre görüş mesafesi olmalı, ötesi görünmüyor. (Belki de ben sisli olmasını istiyorum, ama soğuktu, biliyorum.) Mezarlığa giderken ölümün ne olduğunu anlamaya başladığımı düşünüyorum. Ağlamaya başlıyorum. Dayımın amca oğullarından birisi, benden birkaç yaş büyük, o sırada gülüyor. Ben ağlarken o gülüyor! Bu yüzden ona uzun yıllar boyunca nefret edecek ve uzak duracağım. Ananemin mezara gömülmesiden aklımda bir şeyler yok çünkü muhtemele görmedim. Ama çok ağladım.
İşte o yolculuğu yaptığım gece, ciğerimi kaybettiğim bir geceymiş, sonradan anladım. Ve ananemin evi bir daha hiçbir zaman sıcak olmadı.
***
Dün izleme fırsatını bulduğum ve Türkçe’ye çevirdiğim The Farewell işte buna benzer şekilde anane evinin sıcaklığından ve güzelliğinden bahsediyor. Bu yüzden bu filmi öylesine sevdim ki, zaten başarılı olan oyunculuklar ve yönetmen sayesinde içimin hemen ısındığı bir filme döndü. Doğu ve Batı arasındaki eleştirinin, farkın oldukça güçlü bir şekilde verildiği filmler çok nadirdir. The Farewell Doğu'yu anlatan güçlü bir film.
Arada Bir görüşmek üzere;