Merhaba. Görüşmeyeli nasılsın? Umarım hayatın engebeli yolunda karşına çıkan güçlüklerle başedebilmek için gerekli enerjiye ve kuvvete sahipsindir. Dünyada olan bitene baktıkça bazan (aslında çoğunlukla) bir yabancı gibi hissediyorum her şeye karşı. Bu yabancılık düzeni bilmediğimden değil, ona ayak uyduramadığımdan kaynaklanıyor.
Bu sayıda görebileceğin bulacakların şunlar;
Sandalyeler (?)
Amin Maalouf
Sinema üzerine birkaç düşünce
Birkaç film önerisi
Kitaplar
Şirin bir arkadaş ve enfes bir konser
Eğer zamanını daha iyi harcayacağını düşünüyorsan bir sonraki sayıda görüşürüz! :)
Uyarı: Bu e-mail gmail’in 102 kb’lık gösterim sınırını aştığı için “e-mail kısaltıdı” mesajını görebilirsin. Eğer böyle bir hata aldıysan resimleri, müzikleri, videoları görebilmek, sayının tamamını okumak için e-mail başlığına tıklayabilir veya aradabir.substack.com’a girebilirsin.
Arada Bir’i yazmaya başlarken amacım gerçekten de arada bir yazmak değildi, aksine haftalık olarak yazılar yazmayı planlıyordum. Ancak diğer newsletter’dan ayrı bir farkım olduğunu keşfetmem çok uzun zamanımı almadı. Bu konuya mektubumun ilerleyen kısımlarında değineceğim, fakat öncelikle şunu söylemeliyim; bu mailimi ekleyeceğim müzikler, fotoğraflar ve düşüncelerimle elimden geldiğince uzun tutacağım, o yüzden tavsiyem çayını, kahveni demlemen veya tazelemen. Hazırsan başlayalım.
Jimmy: Bana Stravinsky'den bahset.
Fred: Bir keresinde entelektüellerin ağızlarının tadını bilmediğini söylemişti. Ve o andan itibaren entelektüel olmamak için her şeyi yaptım. Ve başardım da.
Yukarıda geçen replikler duyduğum andan itibaren yüzümde gülümseme uyandıran ve “işte bu!” dememe sebep, sevdiğim filmlerden birisine ait. Entelektüel insanların aksine kendimizi kanıtlamamız için gereken hiçbir şey yok, varlığımız hissettiklerimizi ve düşüncelerimizi aktarmak için yeterli bir sebep. Vakit kaybeden görüşmeyeli okuduklarımı, izlediklerimi ve düşündüklerimi paylaşayım.
Mark Tansey - “Robbe-Grillet Cleansing Every Object in Sight”, 1881
Sandalyeler üzerine hiç düşündün mü? Bize yakın olup da üzerine bu kadar az konuştuğumuz bu nesnelerin hayatımızı nasıl da etkilediği üzerine mesela? Düzgün bir sandalyeyi bulmanın hayatımızı ne kadar kolaylaştırdığını, rahatsız bir sandalyede oturunca geçirdiğimiz her anın bize eziyet gibi geldiğini, sırtımızın bir süre sonra nasıl da acıdığını, oturduğumuz yerin ruh halimizi nasıl da değiştirdiğini fark ettin mi? Ben de bu konu üzerine detaylıca düşünmediğimi itiraf etmeliyim. Sonuçta bir obje ve meta olan her şeye karşı ilgim sonunda toz olacağı veya kullanılamayacağına dönüyor. Oysa etrafımı güzel bir yere çevirme amacımda rahatlığın da önemli olduğunu gizlemeyeceğim. Bu yüzden iyi bir sandalye seçiminin ne kadar önemli olduğunu biliyorum. Tayvanlı bir sanatçının sandalyeler üzerine yaptığı kısa filmi izleyince aklıma gelen bunlar oldu. Üstüne röportajını okuyunca gündelik hayatta neleri pas geçtiğimizi bir daha sorgular oldum. Üzerine düşüneceğim bir konu oldu sandalyeler. Kısa film ve röportaja ulaşmak için buraya tık tık.
Üniversitelerin çoğunun online eğitime geçmesiyle beraber üniversiteyi andıracak, “normal yaşamı simüle edecek” şeylere yönelmeye çalışıyor insanlar. Çalışıyoruz. Bunlardan birisi Andrew Ishak isimli bir akademisyen. Üniversite odasını çok özlemiş olacak ki bize böyle insanın yüzünde gülümseme bırakan hoş bir video hazırlamış. Ben izlerken oldukça eğlendim. Böyle eğlenceli akademisyenlerden her bölüme lazım. :)
Bu yazıyı yazmaya başladığımda Lübnan’daki trajik kaza olmamıştı daha. Ardından kaza oldu ve muhtemelen şimdiye kadar çoğumuzun zihinlerinden uçup gitti. Öyle değil mi?
Oysa Lübnan’daki trajik kazayı unutmanın mümkün olduğunu pek düşünmüyorum. Fakat insanoğlu neyi unutmuyor ki? Bunu bu coğrafyanın insanı çok iyi bilir. Pek konuşmaya gerek yok. Doğunun Limanları romanıyla tanıştığım ve beni oldukça etkileyen yazar Amin Maalouf’un bir televizyon kanalına verdiği röportajı nedense ilgimi çok çekti. Röportajda ilgimi çeken bir sürü yer oldu, bunların bazılarını transkipt ettim ki daha sonrasında tekrar okuyabileyim. Uzun bir röportaj olduğu için izlemeyi sonra yapacağını düşünerek okumanız için tadımlıklar veriyorum. Zamanın olduğunda bu röportajı izlemenizi tavsiye ederim..
Yazarın “Kim yolsuzluk yapıyor Lübnan’da?” sorusuna verdiği cevap ilgimi çekmiş ve bununla beraber röportajın hepsini izlemeye başlamıştım.
”Bence dini ve mezhepsel yapının büyük bölümüne hakim bir yolsuzluk ve rüşvet sistemi var. Lübnan’lılar kendilerini vatana ve millete bağlayan en güçlü bağın vatandaşlık değil klanlar ve tarikatlar olduğunu düşünüyor ve öyle davranıyor. Bu açıklamalardan biri. Diğeri ise şüphesiz ülkede yurttaş bilincinin eksik olması. Bu birçok ülkede olduğu gibi benimkinde de çok eski bir sorun. Ama benim ülkemde bu oran çok daha yüksek. İnsanlar ülkenin ve toplumun menfaatlerinden çok kendi menfaatlerini düşünüyor ve üstelik bu çok kolay kabulde görüyor. Tabii bunlar yozlaşmayı tamamen açıklamıyor. Çünkü yozlaşma da pek çok ülkede maalesef var. Ama Lübnan’da yozlaşmayı büyüten özel sebepler var ve artık kontrol edilemiyor, bu yüzden sorunlar çözülemiyor. Uzman değilim ama şurası açık ki ülkenin bu ekonomik yapısı ve sistemi sonsuza dek süremez. Faizler inanılmaz, rekabet yok. Kimse normal bir şekilde bu kadar faiz veremez. Böyle yürüyebilir mi? Yanlış bir şey var demek. Ülkem maalesef çok uzun zamandır kötü yönetiliyor ve bu çok üzücü çünkü; Lübnan çok büyük potansiyeli olan bir ülke. Bölgesinde sosyal kalkınmanın öncüsü olabilirdi. Zaten uzun süre çok müreffehti ve bir çekim merkeziydi. Böyle de kalabilirdi. Çok kalifiye bir toplum ve insan yapısı vardı. Dünyadaki birçok anahtar sektörlerde büyük laboratuvarlarda, şirketlerde Lübnanlıları görebilirsiniz. Avrupa’da, Amerika’da, Avusturalya’da çalışırlar. Bunu kendi ülkelerinde de yapılabilirdi ama doğdukları ülkelenin sosyal, siyasi ve ekonomik şartları çok bozuldu ve onlar dünyanın her yerine kaçmak zorunda kaldılar.”
“Lübnan’ın yeniden inşaası ve rönesansı şu yada bu ülke arasında bir çatışma ve kavga meselesi olmamalı. Durum o kadar kötü, umutsuz ve trajik ki herkes önyargısızca yardıma koşmalı, çünkü Lübnan çökmek ve yok olmak üzere.”
”Olmayan bir şeyi yeniden inşaa edemeyiz.”
”Bugün çok kötüyse geçmiş daha iyiydi diyoruz.”
“Eğer birinin meşru bir sebebi ve hayır diyecek ahlaki cesareti varsa kazanır.”
Yazar röportajın sonlarına doğru “Uygarlıkların Batışı” kitabından ve bu kitabın kendi hayat hikayesi olduğundan bahsediyor. Bu kitabı henüz okumaya vakim olmadı fakat alışveriş listeme ekledim. (Siz bu satırları okurken aradan uzun zaman geçti ve ben kitabı çoktan aldım.) İzlerken düşündüm kendimce;
“Benim de hikayemi anlatmak için 70 yaşımı beklemem gerecek mi?”
Bilmiyorum.
Sinema hakkında düşüncelerimi yazmalıyım. Fakat kelimeleri toplamak çok zor. Sinemaya yapmaya karar verdiğim anı tam olarak anımsayamıyorum. Fakat, daha başından beri yapmak istediğim şeyin para kazanmakla alakalı olmadığını biliyorum, hala böyle hissediyorum çünkü. Doğrusunu söylemek gerekirse film yapmak için ne kadar para ve emek gerektiğini sinemayı gerçekten bir meslek haline getirmeye çalıştığım zamana kadar öğrenmedim. Yani parayı düşünmek bir kenara dursun, sinema yapmanın sadece sinema yapmak olduğu aklımda vardı. Tekrarlıyorum; hala böyle hissediyorum.
Sinemanın teknik anlamda saniyede 24 kareyle veya ışıkla ilgili olduğunu söylemek her ne kadar çekici gelse de, benim için sinema; duyguları aktarabilmenin sanatı. Yazılı sanat, yani edebiyat, bu duyguları aktarabilmek için bir manzara hazırlamak zorundayken sinemanın kendisi manzaradır ve duyguyu insan alır. Elbette bütün sanat türleri duyguyu aktarmaya çalışır fakat hiçbir sanat eseri bu duyguyu sinema kadar güçlü bir şekilde veremez bana kalırsa. Aslına bakarsanız bu cümleyi yazdığım an hatalı olduğumu biliyordum. İnsan büyük cümleler kurmamalı çünkü; insan yanılır ve bu doğaldır. Duyguları sinemadan daha güçlü verecek farklı dallarda sanat eserleri elbette vardır fakat daha nadirdir bu eserler. Oysa sinema daha canlıdır, şiirsel olabilir, kurgusuyla, oyunculuklarıyla, müzikleriyle, görüntülerle, kısacası bütün sanat dallarını damıtılmış bir şekilde izleyiciye sunabilir. Bir kalp kırıklığını okuyabilirsiniz oysa sinemada deneyimlersiniz de. Bu yüzden sinema yapmak, gerçekten sinema yapmak benim için hala o gizemini koruyan güzel bir uğraş.
Phantom Thread filmini izlediniz mi? İzlemediyseniz izlemeniz gereken bu filmle alakalı keşfettiğim şey sinemaya karşı bakış açımı biraz olsun değiştirdi. Filmin yönetmeni Paul Thomas Anderson filmi çekerken bir görüntü yönetmeniyle çalışmamış. Sinema sanatını bilmeyenler için, bir filmi çekerken görüntü yönetmeni filmin olmazsa olmazlarındandır. Filmin ışığı, dekorların yerleri, oyuncuların pozisyonları, sahnenin kompozisyonundan, kısacası filmin teknik olarak neredeyse her şeyinden görüntü yönetmenleri sorumludur, bu yüzden genelde yönetmenlerin kendi stillerine uygun olduğunu düşündükleri görüntü yönetmenleriyle uzun yıllar çalışırlar. Bu yüzden bir filmde görüntü yönetmeninin olmaması filmin tamamını genellikle kötü anlamda etkileyebilir. Oysa Phantom Thread’i izlediğimde ne kadar karakteristik bir görüntü yönetmenliğinin olduğunu hatırlıyorum. Bunun sebebi filmin dijital kamera yerine gerçek filmle çekilmesinin yanı sıra, yönetmenin kendisi P.T.A. imiş. Böyle filmlerin arka planlarını görebildiğim anektodları çok seviyorum. Sinemanın ne kadar çalışma gerektirdiğini bir kez daha hatırlıyorum böylece.
Doğrusu o kadar çok uzun süredir yazıyorum ki bu maili, sinema ilgili çok fazla şey okudum, izledim. Wes Anderson’ın kendi parmak izlerini filmlerinde bırakması ve üslubu üzerine olan bu incelemeyi çok sevdim. Geniş bir zamanda bakılası bir çalışma.
Son zamanlarda neler izledim biraz da bunlardan bahsedelim. Aslında bu mektubu yazmaya niyetlendiğimde temmuz ayında izlediğim “A Brighter Summer Day” hakkında uzun ve güzel bir inceleme yazısı yazmak istiyordum ancak; ben bir eleştirmen değilim ve şimdi bunu yazacak enerjim de yok. (Farklı zaman dilimlerinde yazdığım mektubumun bu kısmını gecenin bir yarısında yazıyorum sevgili okur.) Kısaca hikayesinden bahsedeyim bu filmin ve görüşlerimi aktarayım.
Çin’in otoriter rejiminden kaçıp Tayvan’a sığınan Çin’li göçmenlerin bir yere ait olma hikayesini anlatan bu film aidiyet hissi üzerine yavaş ilerleyen ve sonunda hayat üzerine mülahasalara sebep olabilecek güzel ve uzun bir film. Herkesin ağız tadına göre olmadığını kabul etmekle beraber, sinematografisini, oyunculuklarını ve kostümlerini beğendim. İzleyiciye nefes almakta zorlanılan o nemli gecelerin sıkıntısını, gençlikte sürekli arzulanan o ilgi arayışını, sevgiyi, fedakarlığı anlatan bu filmi yavaşlığına rağmen beğendim. Eşsiz sinematografisine ait birkaç kareyi aşağıya bırakıyorum. Filmden birkaç diyalogu twitter hesabımdan ilerleyen günlerde paylaşacağım. (Sanırım?) @heyumitbulut.
İzlediğim diğer filmlerden bazıları,
The Last Black Man in San Fransisco
I’m Thinking Ending of Things… (Beğendim!)
Get Duked! (Eğlenceli zaman geçirme filmi.)
House of Hummingbirds
The Devil All The Time
Waiting For The Barbarians
An American Pickle (Ne? Yönetmen olacağım diye Seth Rogen’ın salak saçma filmlerini izleyemeyez miyim? Arada böyle şeyleri izlemek kafa dağıtmaya birebir.)
Saving Private Ryan
Blade Runner 2049 (Tekrar)
I Am Legend (Tekrar)
Wolf of Snow Hallow
Made in Italy
Hedda Sterne - Signs III - 1881
Aidiyet duygusu içinde bir sürü elementi barındıran ve çevresel koşullara göre şekillenen bir çamur gibidir. Doğduğunuz andan itibaren her insanın size davranışı, eylemlerinize karşı olan tavırları, sizin kendi eylemleriniz ve sonuçlarına karşı takındığınız tavır, büyüdükçe şekil alan kişiliğinizin mekanla arasındaki ilişki bu duygunun şekillenmesinde rol oynuyor. Yazın başı veya ortaları olmalı, arkadaşım Fatma ile bu konuyu konuştuğumuz zaman Almanya’da yaşayan Türkler’in, özellikle ikinci nesil Türkler’in aidiyet duygusu üzerine ilgilendiğimden ve bir film çekmeyi istediğimden bahsetmiştim. Aradan biraz zaman geçtikçe benzer konuda daha güçlü bir belgesele denk gelmem, ne yapmak istediğim üzerine bir fikir sahibi olmamı sağladığı kadar, beni anlatılan konu üzerinde bilgilendirdi de. Alice Aedy isimli genç bir yönetmen, Cambridge yaşayan ve burada üniversite okuyan Somali’li kadınların etnik kimlikler üzerinden yaşadıklarına ve düşüncelerine odaklanan bir belgesel çekmiş, Somalinimo.
Bana kalırsa çağımızda kadın olmanın zorluklarından kimse yeteri kadar bahsetmiyor. Sadece feminist organizasyonlarla insanların eğitilebileceğini düşünmüyorum. Üstelik bu organizasyonlar, farklı siyasi ideolojiler için bir propaganda aracına dönüşebiliyor. Bu yüzden bilgi sahibi olan her insanın bu konuda konuşması ve bilgilendirmesi, yanlış noktaları düzeltmesi gerekiyor. Üstüne bir de siyahi, Müslüman kadınların yaşadıkları zorlukları ekleyince ortaya çok farklı bir manzara çıkıyor. (Burada kelime seçimine ne kadar dikkat edersem edeyim, birilerini kıracak ve kızdıracakmışım hissine kapılıyorum nedense. Femistler çok sinirli, belki haklılar da?)
Belgeselde özellikle Cambridge’te ne kadar “beyaz adam” olduğunu anlatan kısmın oldukça çarpıcı olduğunu da eklemeliyim. Ardından gelen bu başarı bir miras olarak sonraki nesillere bırakmak üzerine söylenen cümleler ise gülümsememe sebep oldu. Üzerine bir süre düşüneceğim, güzel bir belgeseldi. İzlemenizi ve yapımcılarıyla gerçekleştirilen röportajı okumanızı tavsiye ederim. (Dili İngilizce.)
Bu alanda asıl mesleğimden, mühendislikten neredeyse hiç bahsetmiyorum. Yazılarımda da bahsetmiyorum. Bilinçli bir şekilde yapmasam bile zaman zaman teknik konulardan veya teknik konuları basitleştirip anlatma isteğimi dizginliyorum. Birçok sebebi olsa da bunlardan birisi yazma eyleminin benim için normal dünyadan kaçış eylemi olması. Meslekle alakalı konular bu zamana kadar beni hep strese soktuğundan, rahat ettiğim bir alana bu rahatsızlığımı getirmek beni daha da rahatsız edecek diye düşünürdüm. Fakat görüyorum ki herkes alanı olmayan konularda konuşmayı çok seviyor. Eksik yada yanlış bilgi vermekte bir beis görmüyorlar. Örneğin herkesin yapay öğrenme ve teknoloji üzerine bir fikri var. Bunlara dur diyecek olsam bütün enerjimi bu konuya harcamam gerekir. Bundan bahsetmeyeceğim aslında. Fakat mesleğimle alakalı beğendiğim şeyleri yazmalı, okumayı çok sevdiğim bilim kurgu hikayelerini yazmaya girişebilmeliyim.
Takip ettiğim Veri Bülteni isimli bir mail listesi var. Veri Okur Yazarlığı Derneği tarafından çıkarılan bu bülten, Data is Plural gibi bir mail listesi ve halk erişimine açılan veri setlerini, haberleri, görselleştirmeleri paylaşıyorlar. Kendi çaplarına göre sakin ve keyifli iş yapan bu kuruluşun yeni bir söyleşi etkinliğine başlamış. Alanında başarılı veri bilimcilerle ile röportaj yapıp ortaya güzel bir söyleşi koyuyorlar. “Sonra okuyacağım” dediğim bütün maillerimi didiklemeye girişmiş birisi olarak haziranda mail kutuma gelmiş ilk söyleşi metinini oldukça beğendim. Veri biliminin önemini, aslında toplumun her kesimini ilgilendirdiğini ve şeffaf toplumlarda ne kadar önemli olduğunu anlatan Dizem Hanım’a katılmaktan kendimi alamıyorum.
FinTech için kaleme aldığınız bir makalede açık verinin yalnızca işletmeler için değil toplum için de katma değer yarattığından bahsediyorsunuz. Açık veri, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan toplumlarda nasıl bir toplumsal etki oluşturabilir?
Aslında bu vatandaşlık 101 olması gereken bir alan. Sadece sağlık veya siyasi konular için değil, içtiğimiz suyun analizinden, kentsel sosyal kaynakların zaman içinde değişen erişilebilirliğine kadar vatandaş olarak veriyi tutan kurumlardan istememiz ve takibini yapmamız gerekiyor. Aksi halde verildiği kadarını almak ve buna razı gelmek zorunda kalıyoruz. İşte bu sebeple açık veriyi önemsememiz gerekiyor. Özel ve devlet kurumlarından servislerini destekleyen veriyi açık lisansla erişilebilir hale getirmelerini istemeliyiz ki verilen servisi gerçek bir şekilde anlayabilelim ve vatandaşlık hakkımız olarak sorgulayabilelim.
Dizem Hanımın veri okur yazarlığı ile ilgili yapmış olduğu yorumlar da oldukça önemli. Söyleşinin tamamına buradan ulaşabilirsin.
Instagram hikayelerimde bana güzel gelen ve keyif veren şeyleri paylaşmayı çok seviyorum. Bunlar bir sanat eseri olabileceği gibi kadar tatlı hayvanlar da oluyor. Bu ilgimi gören takipçilerimden birisi beni çooook tatlı bir hayvanla tanıştırdı: Quokkalar. Kangularla kuzen olan bu “dünyanın en mutlu hayvanları” oldukça sempatik ve tatlılar. Kendine has kıta ülkesi (ada ülkesi?) Avustralya’da yaşayan bu hayvanlar kıtaya olan bakış açıma oldukça olumlu bir etki yarattı. Bir gün yüz yüze de tanışırız umarım sevgili quokkalar.
İnançla ilgili konuları olabildiğince içimde tutmaya ve yaşamaya çalışıyorum. Bunun sebeplerine pek girmeye niyetim yok şu an. Bir arkadaşım Şeyh Hamza’nın “yaptığımız bütün emeller kendi elimizdendir” minvalindeki bu konuşmasını atınca düşüncelerimin Şeyh’in ağzından çıkmasını gülümseyerek ve hak vererek izledim. Zaman zaman açıp izlenesi bir yorum olduğu için sizinle paylaşmayı istiyorum.
Karl Wennergren - The Search
Daha çocukluğumdan itibaren kapmış olduğum bir hissin varlığını yavaş yavaş kabulleniyorum artık. Sanırım ben Tsundoku hastasıyım. Bir hastanenin websitesinde yazdığına göre:
“Tsundoku hastalığı, kişinin okuyabileceğinden fazla sayıda kitap satın alarak evde biriktirmesi ile karakterize bir tür istifleme bozukluğudur. Tsundoku, Japonca kökenli bir kelimedir ve istiflemek anlamına gelen “tsunade”, bir süreliğine terk etmek anlamındaki “oku” ve okumak manasına gelen “doku” kelimelerinin kombine edilmesiyle elde edilmiştir. Tsundoku kelimesi Türkçe’ye “bir kitabı satın aldıktan sonra okumadan bırakma, genellikle böyle okunmamış diğer kitaplarla birlikte yığma eylemi” şeklinde çevrilebilir.”
Henüz istifleme aşamasına gelmemiş olsam bile, Haziran ortasında yaptığım tez savunmamdan sonra, büyük bir iştahla bir sürü kitap sipariş etmiştim. Oysa sipariş ettiğim kitaplar arasından okuduğum kitap sayısı 1 (yazıyla BİRdi). Önceden satın alıp okuduğum Martin Eden’i saymıyoruz.
Aşağıya aldığım ve okumadığım kitapların fotoğraflarını utanmadan bırakıyorum. Üstüne doğum günümde aldığım kitapları da sayarsak doğrusu okumam gereken bir sürü kitap var ve bundan bir vicdan azabı duyuyorum. Hastalığımın bibliomania değil de tsundoku olmasının düşünmemin sebebi bu. Her kitap siparişimle, elime aldığım her yeni kitapla vücuduma yayılan serotonin tadını alıyor gibiyim. Elimde değil. Kitaplardan aldığım hazzın ve bilginin ise bunda etkisi olduğunu düşünüyorum. (Bu zamana kadar hiç kitap çalmadım, çalmayı da düşünmüyorum.) Şimdi bu fotoğraflara rağmen yeni bir kitap siparişi oluşturmam benim gibilere hiç de garip gelmiyordur. (Mektubun bu bölümünü yazdıktan sonra kitaplardan bir kısmını bitirdim. Üstüne yeni bir kitap siparişi verdim bile. Ne kadar uzun süredir yazdığımı siz düşünün.)
Bir Şiir Arası
koşma hissi
gördüğümüz şeyleri gördük mü gerçekten
eğilir, yerden bir zeytin tanesi alır gözlerin.
gözlerin; o siyah gül, geceye rengini veren.
gece, alnıma ıslak mendil bırakan ellerin,
ellerin, bilmediğim bir şarkı çalıyor, neden sevgilim.
inceliyor sesin
daha önce hiç bakmadığı işlek caddeleri
ortada tohum bile yokken açan çiçekleri gören gözlerin nerede
söylesin şimdi o günler aklımı şakaklarımda gezdiren
neden peşinden koşma hissi verir bir tren
içindekine asla yetişemeyecekken
sorun sende değil bende dedim kendime
sıkıntıdan bir zırhım var, kaşındırır, neşe işlemez.
yaşamıyorum artık
böylece kimse beni öldüremez-Muzaffer Serkan Aydın
Mevsimler geçerken yaşamakla meşgül ben yazmaya hiç vakit ayıramıyorum. Yarım kalan yazmalarım bunun en büyük kanıtı sayılabilir. Çünkü kendisini iyileştirmeye uğraşan yaralı bir hayvanın derdi hangi meyveyi yiyeceği değil, içinde bulunduğu acı verici durumdan kurtulmaktır. İsterdim ki zihnimi dağıtmamı sağlayan, kaçacağım sığınağım okumak veya yazmak olsun ancak; bu pek mümkün görünmüyor. Elime kalemi alınca bir bir Vak'a-Nüvisin yaptığı gibi o sırada yaşananlar, yani hissettiklerim ve acılarım dökülüyor kağıda. Okumaya gelince; yazarların kafamdaki o büyük saraydan çıkıp bana dost olduğunu fark edeli biraz oldu. Onların insani yönünü daha iyi anlayınca, “evet, bunları ben de yaşadım ve şimdi okumak tat vermiyor. hayatın keyfiliğini, tesadüflerini ve planlanlarını okumak canımı sıkıyor. yaşamı bir bütün olarak görmenin keyfi nerede?” diye soruyorum. Yanıt alamadığım için bir önemi kalmıyor okumanın da. Elbette buna rağmen okuyorum ama farklı bir okuma bu. Örneğin insanların çok sevdiği Martin Eden’in topluma, özellikle bugün yaşadığımız topluma ve hayata karşı eleştirel bir karakter olduğunu bilmeyenler, acılarını romantikleştirip o “karizmatik” karaktere yüklüyor ve bir bağ kuruyorlar. Oysa acınası bu karakterin hayata dair söyleyecek neyi olabilir ki? Dünyaya, insanlara rağmen yaşamak, en büyük manifestodur. Demek istediğim günler geçiyor ve ben bu mektubu zaman buldukça güncelliyorum. Sen okuyana kadar gireceği şekli hiç bilmiyorum sevgili okur. Fakat şimdi karar verdim, bu işi bugün bitiriyorum. Bu gece sana yazdıklarımı tekrar gözden geçirecek ve sabah vakti yollayacağım. Umarım bu kararımdan sonra vazgeçmem. Ekim’in 16’sında eline ulaşmamışsa mektubum bil ki söylediklerimin arkasında durmamışımdır. (Şimdiden bu satırları yazmak, yazdıklarıma şekil vermek yerine yaşamakla ilgili planlarımı düşünmeye başladım. Ah bu ben!)
Son zamanlar uğraştığım farklı bir girişimim olduğundan bahsetmiştim bir önceki mektubumda. Aslında bunlar iki tane. Birincisi akademik kariyerim üzerine. Bir diğeri ise sinema ile ilgili. İki işim de olumlu veya olumsuz bir sonuca ulaşmadan bunları paylaşmayacağımı söylemeliyim. Çünkü şu zamana kadar planlayıp da hevesimde kalan o kadar çok şey oldu ki, her seferinde başarısızlıkla sonuçlanan fikirlerimin törpülediği ruhum artık daha fazla hayal kırıklığını, yarım kalmış hikayeleri kaldıracak durumda değil gibi hissediyorum. Hesse romanlarının, içi sıkıntılarla dolmuş, kararmış karakterlerinden biri gibiyim bu konuda. Bu yüzden peşinden koştuğum bu planlar eğer başarısız olursa sonrası için anlatılacak yenilgi hikayelerim, başarılı olursa da küçük zaferlerim olurlar. Anlatınca sanki bir şekilde o büyüyü bozuyor gibi hissediyorum. Her şey yolunda gidiyordu da benim müdahalem ve yaptığım bu küçük böbürlenme bütün işleri bozuyormuş gibi. İki işimin de yaklaşık bir ay içinde sonuca bağlanacağını ümit ederek geleceğin yönetmeni ve akademisyeni ile ilgili planlarımı bir kenara bırakıyorum. Ah, bir sonraki mektubumun mutlu haberlerle dolu olmasını o kadar çok istiyorum ki! Örneğin gün içinde beklemediğin bir anda, kısa bir mektupla, “Başardım!” yazıp göndermeyi çok isterim sanırım. Bakalım, nasip.
Gitmeden önce mektubumun başında bahsettiğim diğer newsletter’lardan farkım üzerine birkaç kelime söylemezsem bana darılabilirsin. Doğrusu taslağımı okuyana kadar bu konu aklımdan çıkmıştı. Görüyorsun ya, yazarken sana hitap ediyorum. AradaBir, samimi olmaya çalışan (ama samimiyetsiz) ve steril, “şehrin insanı” tarafından oraya konan bir pazarlama aracı değil. Bu newsletter’ı bir ürün, takipçi sayısına bakan bir iş olarak görmüyorum. Tam aksine AradaBir bir mektup, içimi döktüğüm ve kendi düşüncelerimi paylaştığım bir iletişim aracı. Kendimi ifade etmeye çalışıyorum. Yeni Ümit hayatı hala tam olarak bilmiyor. Bir ilgi ekonomisinin aracı olmak istemiyorum, tam aksine edebi ve tarihi değeri olan bir çalışma olarak görüyorum. İşte beni diğer newsletter’dan ayıran özellik bu. AradaBir bir ürün değil, sana sevgili okuyucum, direkt sana yazılmış bir mektup, bir derleme. Umarım anlatabilmişimdir. İlerleyen zamanlarda belki buna daha çok değinirim.
Bu mailimi bitirirken seni eli boş göndermek olmaz elbette. Şu sıralar geceleri çokça dinlediğim bir konserle veda etmek istiyorum. RY X ‘in Brüksel Filarmoni Orkestrası ile verdiği konser bana kalırsa muhteşem güzellikte. İnsanı rahatlatan ve huzur veren bir yönü var bana kalırsa. Elbette her RY X şarkısına has hüzünden bahsetmiyorum bile. Hüzün hep bir yanımızda…
Arada Bir görüşmek üzere,