İsa’nın doğuşunu başlangıç noktası kabul eden takvime göre dünyanın güneş etrafında iki milenyali henüz yeni tamamladığı; yani ikibinli yılların başlarından bir anı. 2005 veya 2006. Belki biraz daha geç. Temmuz ya da ağustos vakti. Ege’nin eşsiz güzelliğini gösterdiği günlerden bir tanesi. Belki de geçmişi hatırlamaya çalıştığım için hafızam öyle olmasını istiyor. Bir aylığına kiraladığımız yazlık evde, cırcır böcekleri ve zamanın genişlemesinin getirmiş olduğu rahatlıkla geç yapılan bir kahvaltı sonrası ailecek arabaya atlayıp yüzmeye gidiyoruz. Biraz gezdikten sonra kendimize ait, kimselerin olmadığı bir koy buluyoruz. Plan: Gün batana kadar yüzmek. Keyifle geçen sıradan bir gün. Annemin yüzme fikrine alıştığı, belki de öğrendiği gün. Hafızamdaki Ege işte böyle başlıyor…
Yazıya eşlik etmesi için tık tık.
Tarih boyunca büyük filozofların ve bilim adamlarının, elbette kralların da hayranlıkla izlediği dünyanın en eşsiz köşelerinden birisi olan kıyılara gelmek, Doğulu birisi için, tarih dersinde kafamıza vurulurcasına öğretilen “Rusların sıcak denizlere inme sevdası” gibi bir şey. Kısa süreli bir hayalden ibaret. (!) Durumumuz orta halli olunca, imkanlar oluştuğunda, her üç-dört yılda bir, ailecek arabamıza atlar ve Ağrı’dan Ege kıyılarına süren bir aylık bir tatile çıkardık. Yolculuk uzun olduğu için gezimizi yaparken geçtiğimiz şehirlerde duraklar ve oranın tarihi eserlerini, müzelerini gezerdik. Erzurum, Sivas, Kayseri, Ürgüp, Göreme, Ankara, Konya, Denizli ve en sonunda Kuşadası, Aydın. Ada’ya giderdik yani. (Bu kullanımı üniversite yıllarında tek başıma Ada’ya gittiğim zamanlarda edindim.) Araba içerisinde kardeş olmanın getirdiği o tatlı kavgalar, kardeşlerim yorgunluktan sızdığında, babamın dikkatini tutmak ve uyanık kaldığından emin olmak için sohbet eden anne ve babamın konuşmalarını dinlemenin verdiği keyif, kulağımda çalan müzikler, Cyber-shot kameralarla çekilen dijital fotoğraflar ve tatil sitesinde geçen bir yaz, her gidişimizde başta Efes Antik Kenti olmak üzere, müzeleri, toz olmaktan çekinmeyen antik kentleri gezmek ve her seferinde etkilenerek dönmem… Bunlar, bir sonraki yazı beklemek, “gidilecek o yaz mu bu yaz mı, bu sefer daha çok yüzeceğim, daha çok kitap okuyacağım, notlarımı iyi tutayım”lar için yeterli bir sebepti. Doğuluydum ama denizi görmüştüm. Hoş, “Van Denizi’nde” yüzmeyi öğrenen benim için deniz; yüzümde, tenimde kuruyan soda lekesi ile eş anlamlıydı.
Zaman geçti, bizler büyümeye başladık. Üniversiteye gitmeye başlayınca tatil için zamanları ayarlamak, zorlaşmaya başladı. Önce ben yaz okuluna kalınca ailecek yapılan karadeniz gezisini kaçırdım, ardından erkek kardeşim Alanya gezimizi kaçırdı. Hayat bu sonuçta, olur böyle şeyler. Üniversite yıllarında hem Antalya’ya hem de Ege’ye, büyüdüğüm şehir olan Ağrı’ya göre daha yakın olunca Ada’ya gidip geldim birkaç kez. O zamanlar şimdiki kadar şehirleşmemiş adanın en güzel yanı; kış ıssızlığında kasaba denecek kadar küçük ilçenin güzelliğinin yerli halkına kalıyor olması, yazın kalabalıktan yürünmeyen yolların melankolik boşluğu ve sessizliğiydi benim için. Ege, güzeldi. Gariptir, Antalya’ya gidip de tatil yapma fikri üniversite boyunca fotoğraf kulübüyle yaptığımız gezi dışında pek aklıma gelmedi. Öğrenci gibi düşününce, fırsatlara bakış açısı da o kadar oluyor sanırım.
Mezuniyetten sonra hayattan ne istediğimi düşünme ve ne olacağıma karar verme vaktim gelmişti. Herkes gibi önüme çıkan ilk fırsata da atlayabilirdim yada kendime göre bir şeyler arayabilirdim. Ekonomi henüz bu kadar kötüye gitmemişken, bir euro dört türk lirasına karşılık geldiği vakitlerde, evde artık üniversitede okuyan bir kişi (erkek kardeşim) kalınca; orta halli olmak gerçekten orta halli olmak demekti. Ailemin beni çalışmak için acele ettirmemesi ve kararıma düşünceli davranmalarıyla kendime tek biletle Avrupa’daki bütün trenlere binebileceğim bir bilet aldım. Interrail. Babam da cebime biraz harçlık koydu ve artık tek başıma gidip gezebileceğim, hayatta ne olacağıma, ne olmak istediğime karar verebileceğim, dünyadaki yerimi arayıp bulabileceğim bir geziye çıktım. Viyana, dünyadaki yerim Viyana’ymış. Ah, elbette şaka yapıyorum. Doğrusu Amsterdam olacaktı. Hayır bu da doğru değil, şimdilik. Her ne kadar Viyana’yı sevsem de şu sıralar yükselen aşırı sağcılık ve muhafazakarlık yüzünden pek hevesim yok. Arayıştan bahsediyordum. Gezi boyunca cebimdeki parayı barınmaya, müze biletlerine, yemeğe ve şehir içindeki ulaşıma verdim. Bu yazıyı yazarken fotoğraflarıma bakıyordum da, güzel gezmişim.
Peki ne istiyordum? Dürüst olmak gerekirse elektrik ve elektronik mühendisliği benim için kötünün iyisi bir karardı. Okurken beni zihnen zorlayan kısımlarını çok sevdim, hala da seviyorum. Elektromanyetik alan teorisi, sayısal devre tasarımı, mantık kapıları vesaire işte. Ancak bunlar tek başına beni mutlu eden bir kariyer değildi. Öğrenmek, öğretmek ve öğrenmek benim için dayanılabilir bir meslekti. Akademisyenlik olmak o zamanlar -bundan birkaç yıl öncesinden bahsediyorum- hala prestijli bir meslekti. Yüksek lisans yapmaya ve araştırma görevliliği sınavlarına girmeye karar verdim. Buraları biraz hızlı geçeceğim. Yüksek lisans kabülünden sonra birçok kez araştırma görevliliği sınavlarına girsem de sonuçlar hüsrandı. Mezun olduktan sonra pes etmeye çok yakınken, girdiğim sınav sonrasında memleketimde, Ağrı’nın Patnos adı verilen ilçesinde öğretim görevlisi olarak başladım. Birkaç ay sonra prestijli bir üniversiteden de doktora kabülü aldım. Hayat fena sayılmazdı he, yaşadığım bütün zorlukları ve Patnos’ta yaşadığımı saymazsak.
Ama öyleydi, ailemiz artık dört kişiydi, herkes bir başka alemde acısını içselleştirip, kavramaya ve anlamaya çalışırken, baş etmeye çalışırken, bir yandan da hayata nasıl tutunacağımızı çözmeye çalışıyorduk. Artık Ege çok uzaktaydı. Kendi memleketimde evime hiç olmadığım kadar uzaktaydım. Acı ve kayıp yazısı değil bu, o yüzden geçelim buraları. İleriye sarıyorum ve artık dünyamı paylaştığım birisi var. Gitmek için daha çok sebep. Arkadaşlarımın bir çoğu kariyerlerini uzakta sürdürürken ben yolumu tekrar bulmaya çalışıyordum. (Bu konu hakkındaki düşüncelerimin, hislerimin bir kısmını sonraki yazıda da bulacaksınız.)
Başvurular, denemeler, yanılmalar, redler, tekrar redler, yılmadan çabalamaya devam etmeler, küçük insanlarla uğraşmalar derken en sonunda yazdan kalma ılık bir ekim gününde bir başka üniversitede öğretim görevlisi olmak için girdiğim sınavı kazandım. Artık ben de şehir dışında olacaktım. Bu, zaman içerisinde daha da yakınlaştığım ailemi bırakmak anlamına gelecekti. Hayatınızın büyük bir çoğunluğunu geçirdiğiniz şehirde temelli ayrılmak oldukça büyük bir eylem. Fakat hayat büyümek, ilerlemek, değişmek demek değil mi?
Yılın son günlerinde kalbimin bir kısmını memleketimde bırakıp, yaşamımızın önemli bir kısmını kaplayan eşyalarımızla, bir kaplumbağanın evini sırtında taşıması gibi yola koyulduk. Tıpkı çocukluğumdaki gibi Ağrı’dan Ege’ye uzanacak bir yolculuk başlıyordu. Şimdiki fark arka koltukta oturan o çocuk, arabayı sürüyordu. Yanında ise hayat arkadaşı vardı… Önümüzde bir çok bilinmezin olduğu bir yol vardı.
Taşınıyorduk.
Artık ben de Egeli oluyordum.
Bundan sonra gün hep Aydın’dı.
Çocukluğumun geçtiği yerlere büyük bir adam olarak, belki de kök salmaya geliyordum. Garip bir his doğrusu. Henüz alışmış değilim. Neler hissettiğimi tam olarak adlandıramadığım, yapacaklarım konusunda çoğunlukla olumlu, biraz da heyecanlı hissettiğim, üzerimde her şeyin iyi gideceğine dair ümitvâr ve biraz da saf bir his var. İnşallah öyle olur.
Yaşayıp görelim.
Ada’da en son beraberce yaptığımız tatili, evdeki herkes özellikle mutlu olduğumuz bir zaman dilimi olarak hatırlıyor.
İşte şimdi; Evliya Çelebi’nin “Dağlarından yağ, ovalarından bal akar.” dediği şehirde yaşanacak günlerimi ve hatıralarımı kaydetmek ve yaşamak için sabırsızlanıyorum.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
Sevgiler;
-Ümit.