Merhaba sevgili okur, selamlar.
“Şu sıralar çocukluğum üzerine oldukça sıkça düşünüyorum.” cümlesini hayatımın belirli dönemlerinde kullanmayı sıkça istediğimi fark ediyorum. Evet, çocukluğumu ve geçmişi düşünüyorum fakat bunu geçmişte yaşayacak kadar sık yapmıyorum. Belki de çocuk kalmak için bunu yapmalıyım, Peter Pan’ın gemisinde kalmalı ve onlarla beraber maceralara atılmalıyım, ne dersin?
Unuttuysan eğer, ben Ümit, uzun zaman önce Arada Bir isimli; hayat, sanat ve edebiyat üzerine bir mail listesine (newsletter’a) kaydoldun. Bu yüzden şu anda okuduğun e-mail’i alıyorsun. Bana cevap yazmak istersen yanıtla sekmesine tıklayarak cevap yazabilir, mail listesinden çıkmak istersen mailin altındaki “unsubscribe” butonunu kullanabilirsin.
Sürekli yazma isteği duysam da bunu omuzlarıma yüklenen görevlerden dolayı erteliyorum. Yorgunluklarımın sonunda yazmaya yeterince zaman ayırmadığımı düşünerek “Acaba yazar olacak kadar iyi değil miyim?” düşüncesine kapılıp iyice kendimi geriye çekiyorum. Yeni gelen birkaç haberle beraber bir güncelleme yapmam gerektiği, kısa bir mola sonrasında Arada Bir’e döndüğümü söylemekten gurur duyuyorum.
Son yazımda yeni yılın hedeflerinden bahsetmiş, önceki yılın bir muhasebesini yapmıştım. Önceki yıla ait planlarımdan birisi bir işe girmekti. Yüksek lisansa başladığımdan beri akademik kadrolarda kendime yer arıyordum. Hatıramda fazlasıyla yer edenlerden birkaçı; istatiksel olarak büyük bir olasılık olan Odtü’de çalışma ihtimalini yine büyük bir farkla kaçırmam, bir kış vakti Sivas soğuğunda pek ümidimin olmadığı sınava girmem, sınav listesine giremediğim başvurularımdan sonra kendi memleketimdeki üniversitede öğretim görevlisi olarak işe başladım. Evet küçük bir başarı fakat benim için zorlu geçen yıllardan sonra bu haber bir nefes alma sebebiydi. Benim ve ailem için… Ocak ayım yeni bir düzen kurmak, ev tutmak, yeni işime alışmakla geçti. Tabii bu sürede boş durmadım, yeni yıl hedeflerimden olan sinema üzerine de çalıştım. Dört farklı kısa film senaryosu yazdım. Bunu her ay devam ettirmek için uğraştım fakat sonraki ay oldukça yorucu bir temponun içine girince senaryo yazma işini bir süreliğine askıya aldım.
Yüksek lisans bittikten sonra biraz dinlenmek, bir işe girmek ve kendimi ekonomik olarak toparladıktan sonra doktoraya hazırlanacağıma dair bir karar almıştım. Belki doktora bile yapmayabilirdim. (Hala bu konuda ayaklarımı sürüyorum) Fakat şansımı denemek ve kendimi kanıtlayabilmek için başvuruların kapanmasına iki gün kala Türkiye’nin en iyi iki üniversitesine doktora için başvurmaya karar verdim. Bir yere yerleşmem garanti olsun diye Erzurum’u da araya sıkıştırdım ve oraya diğer üniversiteler sonuçlarını açıklamadan daha önce, kabul da aldım Şubat ayı başında. Ancak şansımı denemek istediğim için kayıt yaptırmadım. Yani başvurduğum bu iki üniversite de olmasaydı, açıkta kalacaktım, yenilgilerime bir yenisi eklenecekti.
Şubat ayı boyunca Odtü’den ve Boğaziçi’nden öğretim üyesi hocalarla sıkça konuştum. Kendimi tanıttım, potansiyel doktora danışmanı hocalarımı ayarladım, çalışma konularının neler olduğuna dair fikir sahibi olup, onların konularını araştırıp bana uygun olup olmadıklarını inceledim. En sonunda Odtü’den, hayatımda tanıdığım en kibar ve çalışkan hocalardan birisiyle anlaştım. (CV’si 22 sayfaydı, bir çoğu makale ve kitaplardı.) Ay sonunda bölüme kabul almadığımı öğrendim. Moralim fazlasıyla bozulmuştu. Çünkü koca bir ay boyunca başvuru belgeleri, onlarca e-mailler, çalışmadan sonra red cevabı almak biraz küçük düşürücü olmuştu, yeterince iyi olup olmadığımı sorgulamama sebep oldu. Fakat vazgeçmedim, anlaştığım potansiyel danışman hocama bana bir geri bildirim vermesini istediğim zaman, sonucun sebebinin yüksek lisans danışmanımın referans mektubumu göndermeyi unutması olduğunu anladım. Boğaziçi Üniversitesi’nin mülakatındayken danışmanımın referans mektubunu almadıklarını söylediklerinde mülakat çıkışı hocamı arayıp göndermesini rica etmiştim. Yani bu ricayı yapmasam Boğaziçi'den de kabul alamayacaktım. Fakat bunu yaptım. Her şeyden ikinci kere emin oldum ve Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünde doktora programına kabul aldım. Sonuç olarak şubat ayının sonunda ülkenin alanımda en iyi bölümüne girebildim. Biraz övünmem ve gurur duymama izin verin lütfen, şimdi övünmeyeceksem ne zaman övüneceğim? :)
Mart ayında üniversiteye kayıt yaptıktan sonra, öğretim görevlisi olarak üniversitede verdiğim derslere alışmaya başladım derken bir de alacağım derslerin telaşı başladı. Bu ay içerisinde doktora yapacağım ve bir zamanlar iç geçirecek gezdiğim üniversiteye artık öğrencisi olarak gitmenin sevincini yaşadım ve şehre işlerim dolayısıyla küçük, kısa bir gezi planladım. (İstanbul’a en son gittiğimde bambaşka bir Ümit’tim. Şubat 2019. İyi hatırlıyorum o zamanları.) Pandemi zamanı oldukça steril ve minimum insanla görüşecek, bir yerlere giderek gerçekleştirdiğim kısa bir İstanbul seyahatim boyunca, onlarca maske, dezenfektan, otel odası yalnızlıklarını (ve keyifleri) kullanma imkanım oldu. Uzun zamandır analog fotoğraf çekmiyordum, bu gezi süresince iki rulo da bitirdim. Bu rulodan ilkine ait fotoğraflardan bazılarını bu mektupta bulurken, diğerini daha banyo ettirmediğim için sonraki sefere görme imkanınız olur, umarım. (Çektiklerimin yarısını hatırlıyorum, o fotoğraflarda parklar ve self portreler.)
İstanbul’a gitmişken, Ankara’ya da uğradım. Bu iki gezide de amacım şehirlerdeki işlerimi yoluna koyarken aynı zamanda uzun zamandır görmediğim dostlarımla hasret gidermekti. Düşünüyorum da “hasret gidermek” tabiri gün geçtikte kelime hafızamızdan silinen bir öbeğe dönüşmüş durumda. Silinmek demişken artık yapmadığımız, uzun zamandır yapmadığımızı düşündüğüm bir eylem var, daha çok eski filmlerde, şiirlerde kalmış bir zaman geçirme eylemi: kır gezileri.
Nisan ayında bilgisayarım bozuldu. İçinde ders dönemi için hazırlamış olduğum slaytlar vardı ve bunlar olmadan ders anlatmam biraz zordu. Üniversitedeki odamdaki bilgisayarda ders anlatabilirdim ama ne anlatacaktım? :) Elbette ki konuları biliyordum ama dönem öncesi bir ayda hazırladığım sunumları tekrardan hazırlamak zaman alacaktı. Çok şükür ki, kullandığım sunumları nasıl hazırladığımı hatırlıyordum. Bir şekilde sunumları halletsem de, evimde bulunduğum sürede bilgisayarla aramdaki ilişkiyi iyice sorgulama imkanım oldu. Bilgisayarlar ve telefonlar hayatımızdaki en önemli araçlar haline gelmiş durumdalar. Bilgisayarımın olmadığı ilk günlerde kendimi oldukça hafif ve eksik hissettim. Zaman geçtikçe aslında normal olan bu hisse alışmıştım ve neden bu cihazlara fazlasıyla bağımlı olduğumuza dair düşünme imkanım oldu. Bu iki araç hayatımızın her köşesinde. Şimdi bunlarla alakalı bir vaaz vermek niyetinde değilim, bu yüzden şimdilik bu konuyu konuşulacaklar kısmına atıyorum. Üstelik, herkesin bağımlılığı kendisine öyle değil mi?
Nisan’ın ikinci yarısı Ramazan ayının başlangıcı olması sebebiyle biraz daha farklı geçti. İlk günlerde bir düzen oturtmakta fazlasıyla zorlandım. Sonrasında alıştığım bir düzen oturttum. Doktora derslerinin ağırlığı yavaşça çökmeye başlarken her yerden gelen işler beni fazlasıyla yordu. Yavaş yavaş yorulmaya başladığımı hissediyordum. Bu his Nisan ayında gelen bir his değildi. Daha İstanbul’a gitmeden önce bile bu his vardı. Şehirdeki gezmem bu düşüncelerimi biraz olsun ertelememi sağlasa da, her zaman yorgunluğumu hissediyordum. Hala hissediyorum.
Mayıs ayına girdik ve benim yapmam gereken onlarca iş var… Bütün bunlara nasıl yetişeceğimi düşünürken bu Ramazan’ın geçirdiğim en verimsiz ramazanlardan birini olduğunu düşünüyorum. Buna rağmen, Ramazan Günlükleri projesine devam ettiğim için de mutluyum. Yakında bayram geliyor. Bakalım neler olacak. Belki siz bunu okuyana kadar gelmiş bile olur. Her iki durumda da bayramınızı kutlarım! Kutlu olan bu bayramla beraber umarım hayatlarımız da kutlu olur. Rabb’im nice bayramlar görmeyi nasip etsin, ailenizle beraber.
Huf, bir nefeste geçen dört ayı anlatmaya çalıştım. Sonlara doğru artık atlayarak gittiğimi fark etmişsinizdir, kafanızı daha fazla yormak istemedim. Peki bütün bunlar olurken neler okudum, izledim? Beğendiğim şeyler neler oldu?
Yürümek üzerine bir şeyler yapmak istiyorum. Sadece yürüdüğüm, doğada, şehirde, kırda yürüdüğüm zamanlardan bahsetmek ve bunları paylaşmak istiyorum. Paylaşmak demişken, düşüncelerim birbirini izliyor, uzun süredir YouTube kanalımı tekrardan canlandırmak, Arada Bir’e 2021’in ilk mektubunu eklemek, daha çok fotoğraf çekmek ve bunları paylaşma isteğiyle doluyum fakat zaman bulamıyorum. Biliyorum ki bu zamanı kendim oluşturmam gerek. Düşüncelerin birbirini izlediği kadar sık bir şekilde film izlemiyorum bir süredir, oysa ben film izlemeyi çok severim. Ah, neler okudum peki?
Dört ay içinde okuduğum tek bir kitap var: Tutunamayanlar. Dört bölümden oluşan bu kitabı okumam tam olarak dört ayımı aldı. Her bölümünü bir ayda bitirebildim. Bunun sebebi ve kitap üzerine düşüncelerime gelirsek; kitabın ağır bir okuma olduğunun pek de farkında mıydım başlarken, bilmiyorum. Kız kardeşime “10 günde bitiririm.” diye söylediğimi çok iyi hatırlıyorum. Kitabı okudukça karakterlerle ve yazarla daha çok empati yapmaya başladığımı, hikayenin gidişatında yazarın satırları yazarken düşündüklerini, Turgut ve Selim’in düşüncelerinde gezmeye başladıkça kitabın beni yorduğunu fark ettim. Bu yüzden kitabı bitirmem dört ayımı aldı. Okurken herkes gibi okumadığımı içten içe hissettim. Kitaptaki belli başlı bölümler hala aklımda. En beğendiğim bölüm konusunda ikilimdeyim. Bir cümleden oluşamayan ve kitaptaki karakterlerin çoğunun konuştuğu o uzun bölüme bayıldım sanırım. Bir noktalama işareti olmadığı halde hangi karakterin konuştuğunu, düşündüklerini ifade ettiğini, olayların akışını takip edebildiğim bu bölümün ancak iyi birer gözlemci tarafından anlaşılabileceğini ve yazarın ustalığının sınırlarını hissettiğimi düşünüyorum. 222.sayfada, geride kalanların, ezilenlerin ezenleri yargılayacağını söylediği tirat ise apayrı… Benim için unutulmaz bir kitap olan Tutunamayanlar, babamın hayatımın sonraki 25 yılı içerisinde bana yol göstereceğini düşündüğü 9 kitaptan birisi. Bu yüzden de bende önemli bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Yazımı toparlarken Ocak ayında paylaşmaya niyetlendiğim bir bölümle bitirmek istiyorum. Ocak ayı çoktan geçti… Muhtemelen bir çoğumuzun zihninden karlı ve soğuk günler sanki yıllar öncesinden hatıralar olarak kalmış, hatta silinmiş bile olabilir… Ocak ayına dair karlı manzaralardan aklımda kalan ışığın ne kadar yumuşak bir şekilde çevremizde dolaştığıydı. Özellikle gün batımında ufukta gökyüzünün buz mavisinin, atmosferde kırılan turuncu, kırmızı ve sarı ile karışımında ortaya çıkan renk cümbüşü sadeliğine rağmen müthiş bir güzellikle yüzümde gülümsemeye sebep oluyordu. Turner’a ait sevdiğim bir tablonun peşinde koştuğum zamanlarda mail listesine kaydolduğum İskoçya Ulusal Galerisi’nde sadece Ocak ayında açılan bir serginin olduğunu öğrendim. Bu sergi Turner’ın suluboya eserlerinden oluşuyordu ve müzenin güneş ışığı alan, yumuşak bir şekilde düştüğü Ocak ayında insanların beğenisine sunuluyordu. Erken kararan günlerde ışık daha değerli oluyordu ve kış günlerinde ışık daha sakin bir şekilde süzülüyordu. Bu bilgi içimdeki müze gezme isteğini ve Turner’ın suluboyalarını görme isteğimi arttırdı. İşte Ocak ayında size Turner’ın çalışmalarından ve bana hissettirdiklerinden bahsedecektim. Belki bir sonraki Ocak’a, ne dersiniz? :)
Sanata dalmışken bir başka sanat eserinden bahsetmek istiyorum. Normalde detaylı bir şekilde arabaları bilen, araştıran birisi olduğumu söyleyemem. Değilim, onların birer araç olduğunun farkındayım. Bu yüzden araçların teknik özelliklerinden ziyade sanat eserleri gibi büyük bir incelikle ve yoğun bir düşünce süzgecinden geçen tasarım süreçleriyle çok daha yakından ilgileniyorum. Tıpkı evler gibi içinde yaşadığımız, etkileşime geçtiğimiz sanat eserlerinden birisi arabalar bana kalırsa… Arabaların bir tasarım sürecinden geçen, etkileşime geçtiğimiz ve toplumun ortak beğeni yargılarına göre fabrikada seri üretilen sanat eserleri olması ayrı bir yazının konusu.
Bir süredir Audi’nin elektrikli araç serisi e-tron gözüme fazlasıyla çarpıyor. Özellikle RS e-tron. Aşağıda A6 modeline ait bir konsept videosuna yer vereceğim. Geleceğin elektrikli araçlarda olduğunu artık bir çoğumuz biliyoruz. Büyük araba üreticilerini elektrikli araç konusunda ayak diretirken Porsche (bkz: Taycan), Audi ve Mercedes’in tarihsel miraslarını geleceğe taşımalarındaki gayreti büyük bir keyifle izliyorum. Normalde sokaktayken arabalara dikkat eden, inceleyen bir yapım yoktur. Fakat itiraf etmeliyim ki, İstanbul gezim sırasında gördüğüm mat siyah renkle kaplanmış Taycan 4S’in arkasında iç geçirerek baktım. :) Bakalım gelecek arabalar konusunda bize neler gösterecek?
Yine oldukça uzun bir yazı ile bitiriyorum.
Merakla tekrara saracağım Kings of Convenience albümünü beklerken çıkan son iki şarkılarıyla veda etmek istiyorum. Bahardan yaza geçtiğimiz şu sıralarda biraz pozitifliğe hepimizin ihtiyacı var. Sana pozitiflik veren mısraları, melodileri, fotoğrafları, filmleri, dizileri benimle paylaşabilirsin. Tek yapman gereken bu e-maili cevaplamak.
&
Arada Bir’le bir sonraki görüşmemizin daha kısa olması dileklerimle, (geçmiş) bayramınızı kutluyor, bir sonraki sefere görüşmek üzere sağlıklı iyi günler diliyorum.
Arada Bir görüşmek üzere,